Depresyon; huzursuzluk, hayata karamsar bir gözle bakma, bıkkınlık gibi belirtileri olan bir hastalık olarak tanımlanır. Depresyonun literatür ve halk dilindeki onlarca tanımını bir kenara koyar ve süzersek depresyona tanım olarak “çöküş” diyebiliriz. “Çöküş” kelimesini anlam olarak değerlendirdiğimizde karşımıza yıkılmak çıkar; tabi yıkılmak için de ayakta olmak gerekir. Bu da depresyonu; doğuştan getirilen, karakteristik yoğun olumsuz duygulanım hali değil, ruhsal olarak ayakta iken yani ruh sağlığımız yerinde iken çoğunlukla fark ettiğimiz veya fark edemediğimiz nedenlerle başa çıkamamamız ve yıkılmamız sonucu yaşadığımız bir duygu durumu olduğu haliyle karşımıza çıkarır. Ancak patolojik kişilik yapıları ile bağlantılı bir depresyon çok daha karmaşık bir tablo gözler önüne serecektir.
Bu karmaşık yapılardan birini inceleyelim. Bağımlı yapılar ilk dikkatimizi çeken kişilik örüntüleri oluyor. Pasif bir şekilde yalnızca sevildiklerini hissetme gereksiniminde bulunan insanlar, benlik değerini arttıran gereksinimlere sürekli ihtiyaç duyan yani sürekli kendini daha değerli hissetmek için uğraşan ve aktif sevme yeteneği bulunmayan insanlardır. Bu sebeple ilişkiyi yönlendiren değil, yönlendirilmeyi tercih eden yapıları dikkat çeker. Bu kişiler genellikle bağımlı oluşları ile karakterizedirler ve ilişki içerisinde olduğu kişileri ciddi anlamda yorarlar. İlişki yaşadığı insanlardan “-beni boğuyorsun” cümlesi sıkça duyulabilir. Beslendiği kişi veya nesneleri genellikle değiştirme eğilimindedirler çünkü hiçbir zaman ilişki kurduğu kişi veya nesne onda yeterli doyumu sağlayamamaktadır. Eşlerinin duygularını hiç dikkate almadan, onun gereksinimlerini asla düşünmeden yalnızca kendi duygularının anlaşılmasını ister ve anlaşılamamaktan yakınırlar.
Başka insanlarla sürekli olarak iyi ilişkiler kurma çabası içerisinde göründükleri halde, kendileri hiçbir zaman iyi bir ilişki için yeterli çaba ve anlayışı gösteremez ve iç dünyasında kendini de eritip bitiren düşmanca tepkileri ilişkilerine yüklemekten çekinmezler. Bu insanların ilişki kurduğu insanların kişiliklerinin nasıl olduğunun pek bir önemi yoktur. Çünkü kendilerinin yalnızca desteğe gereksinimi vardır ve bu desteğin nereden geldiğinin de hiçbir önemi yoktur. Bu destek kimi zaman ilişki kurduğu insan, kimi zaman bağımlılık yapan bir madde, kimi zaman ise hobi olarak edindiği bağımlı davranışlardır. Bazen işler daha kötüdür; bir taraftan desteğe ihtiyaç duyarken bir taraftan onu elde etmeye karşı büyük bir korku duyar, çünkü bilinçdışı olarak onu tehlikeli bulur.
Bu yapıların alt katmanlarından biri de psikotik depresyonlu hastalardır ki bunlar eşlerini kendilerini sevmemekle suçlamak ve ilişki kurduğu insanlara zarar vererek davranmak yaklaşımındadırlar. Bu yapıda bir vakanın şu cümlesi düşünmeye değer; “-Eğer melankolimle başkalarının canını sıkamazsam, melankolimden ne zevk alırım?”
Melankolik yapının altında kişinin ikincil kazançlarından haz almalarının, ilgi ihtiyacını karşılama gereksiniminin yanı sıra ilişki çemberini haz-acı odaklı kurmalarının yapısı patolojik döngüyü beraberinde getirir.
Depresyon çoğu zaman değerli hissetme gereksinimlerinin artmasıyla hissedilir. Artan ihtiyacın karşılanamaması tersi duyguların gelişmesine neden olacaktır. Durum genellikle “kimse beni sevmiyor” döngüsünden “herkes benden nefret ediyor” döngüsüne ulaşamasa da “kendimden nefret ediyorum” sık ulaşılacak sonuçlardandır. Depresif hasta bir dış kaynağı sevemediği gibi kendisini de sevemez. Değersizlik duyguları bu aşamada baskınlaşır. Dışsal bakış açısıyla hastaya bakıldığında nefret gizli sevme, sevilme ihtiyacı ise aşikardır. Ancak terapide kokusunu aldığımız kendilik yapısında nefret (iç ya da dış kaynaklı) daha belirgindir. Terapide ortaya çıkan yapılardan bir diğeri de hastanın ilişki kurduğu insanlar aracılığıyla kendini cezalandırdığıdır. Karşı tarafın cezalandırılması amacı olmasa dahi zarar her iki taraf için geçerli olacaktır.
Depresyon ilintili olduğu bir diğer olgu “yas” olgusudur ki bir çocuk bir nesneyi yitirdiğinde yoğun panik duygusunu yaşayabilir ancak yetişkinler bu yitim sonrası duygularını erteleyebilir. Nitekim ertelenmiş dahi olsa yas’ın tam olarak çözülmesi kaybettiği kişi ile olan her anısının tek tek çözülmesinden önce gerçekleşemez. Bu anı düğümleri tek tek çözmesi zaman alacaktır. Bir çok kişi ise kaybı kabul etmeyerek yani ilişki kurduğu kişinin ölümünü inkar ederek yas sürecini erteleyebilir, bu da yaşanması gereken sürecin gecikmesine neden olur. Yas yaşayan kimselerde görülen yaşam enerjisi yokluğu ise bazen yalnızca depresyonla değil bir alt katmanda kendine açıklama bulur. Bu da; kişinin kendini ölen kişiyle özdeşim kurması durumudur.
Tüm bu ağır deprese durumları bazen intihar girişimleri ile sonuçlanabilir. Depresif yapının neden olmasının yanı sıra gözden kaçırılmaması gereken bir sebebi de sevgi şantajı eğilimidir. “Ben ölünce, bana yaptıklarına pişman olacak ve beni yeniden sevecekler” dürtüleri, anne babadan bağışlanma ve sevilme ihtiyacını dilenen bir çocuğun durumundan çok daha kötüdür. “beni yeniden sevecekler” doyum umudu ve yanılgısı, intihar girişimlerinin ve ölme fikirlerinin çoğu kez umut ve zevk verici fantezilerle bağlantılı hale gediğini gösterir. Bu süreçler de göstermektedir ki depresyon zaman tanınacak, kendiliğinden zamanla geçmesi beklenecek bir hastalık değil, aksine bir an önce yardım alınması gereken zorunlu ve belki de uzun bir süreçtir.
Tunahan UZUN