Vakâ; vukû bulan, meydana gelen olay demektir. Çaycı kendisinden çay isteyen kişiye, market sahibi marketinden alışveriş yapana, satıcı müşterisine, yazar okuyucusuna, sanatçı izleyicisine, siyasetçi kitlesine vakâ demez. Ancak polis cürüm mahallinden, savcı kaza mahallinden, âlim ise içinde bir mucize barındıran veya ibret alınması gereken bir kıssadan bahsederken kullanır vakâ kelimesini. Bir de terapistlerin danışanları vardır dilinin vakâ demeye vardığı. Süpervizyonlarında –bir vakâm var paylaşmak istediğim, diye başlar söze. Çünkü vakâ kelimesi içerisinde bir olay, bir yıkılış, bir diriliş, bir heyecan, bir ibret içerir.
Neden vakâlarım diye bahsetmek, sanki tam gereken kelimeyi kullanmışım gibi hissetmeme neden olur diye düşünerek yazıma başlamak istedim. Hepimizin bildiği, şairlerin şiirlerinde geçtiği, şarkıların ezgiye çevirdiği, üstatların öğretilerinde olduğu üzere; İnsanoğlu başlı başına bir âlemdir. Esasında insan ile müzeyyen olan “âlem” kelimesi her ne kadar beni de anlat diye ısrarla yüreğime haykırsa da o kelime üzerine daha sonra düşünmeyi yeğliyorum.
Terapist kelimesinden henüz istediğimiz anlam toplumumuzda karşılığını bulamadı. Terapist psikolog, psikolojik danışman, psikiyatristten farklıdır. Yeri gelir umursamazca saatine bakar danışanı ağlayarak duygularını dile getirirken; hiç kırılmayı gerçekci düzlemde yaşamamış vakâsı için. Yeri gelir bir anne merhametiyle yaklaşır aktarım sarmalında harmanlanan danışanını iyi edebilmek için.
Zannediyorum ki terapistin danışanını ifade edeceği sırada vakâ kelimesini kullanırken, bir taraftan kendini en iyi şekilde ifade ettiğini düşünmenin verdiği rahatlığı hissediyor olması, bir taraftan ise içten içe danışanı ve onun sürecini vakâ olarak ifade etmeye karşı sanki gizil bir mahcubiyet yaşıyor gibi hissetmesi: danışanından; yani “insan” ’dan bahsediyor olmasının ağırlığı olsa gerek.
İnsan kelimesinin âlem kelimesinden daha farklı, daha kibirli bir şekilde, “-istesen de benden yeterince bahsetmeye, buna gücün, kalemin, kelâmın yetmez..” dediğini hissediyorum.
Vakâlarımız vardır bizim. İçinde oluşan girdaplarda eşlerini, çocuklarını, arkadaşlarını boğmaya çalıştığı. Yüreğinde yanan ateşleri söndürmeye sevgilerin, ilgilerin yetmeyeceği. İnsan vardır seans odasına gelen, çoğu zaman “–aslında buraya nasıl ya da neden geldim tam bilemiyorum” diyerek söze başladığı, devamında ise anlatılarıyla, yaşadıklarıyla gözümüzde vakâ olmaya başladığı.
Vakâlarımız, insandan farklı olarak içinde yaşadığı yıkılış, diriliş, heyecan ve hezeyanları tam olarak sindirememiş, yüreğinde derleyememiş kimselerdir. Kimi zaman eşine nefretinden, kiminde ise kendini affetmediği paradoksundan bahseder. Evreni içinde barındırdığı doğa olayları ile değerlendirdiğimizde ancak bir heyecana kapılabildiğimiz gibi, İnsanı da içinde yaşadığı ruhsal oyunlarla anlamlandırdığımızda vakâlaşmaya başladığını görürüz. Genellikle de ağır maskeleri vardır her insan gibi. Seansa getirdiği sorunundan bahsederken, derinlerde yatan çok acı yaşantılarını ortaya çıkarmak için bizlerin saatlerce kurcaladığı.
Velhâsıl; insan ile vakâlarımızı birbiriyle mukayese ederken, yakın zamanda orta ölçekte bir ormanı anımsatan bir bahçede, yağan yoğun kar yağışı nedeniyle yıkılan ağaçları hatırlıyorum. Genelde yıkılan ağaçların heybetli boyları ve gövdeleriyle gözümüzde çok büyüttüğümüz çam ağaçları olduğunu görüyorum. Sebebini; o türün köklerinin derinlere fazla uzanamaması ve yağan karın toprağı yumuşatması sonucunda üzerine binen yük ile ağacın yıkılması olarak açıklıyor tanıdığım bahçe sahibi. Sonra insanı hatırlıyorum. Böbürlenen, kendini öve öve bitiremeyen insanların aslında yaşamla, aileleriyle, çevreleriyle köklerinin ne kadar zayıf olduğunu. Ve o heybetli görüntülerinin altında yıkılmaya ne kadar müsait olduklarını. Ve tekrar insanlar ile ağaçları kıyaslıyorum. Ağaçların karşı karşıya kaldıkları doğa olaylarına karşı dayanıklılıkları ile insanların ruhsal yaşantılarına karşı dayanıklılıkları arasında bir ilişki kuruyorum. Vakâ, âlem, insan, ağaç, doğa ve evrenin nasıl kendi içinde kozmik bir dans içerisinde olduğunu fark ediyorum. Sonra terapisti; yıkılmaya müsait bir fidanı toprağa başka bir çubukla sabitleyerek güçlendiren bahçıvana benzetiyorum. Bağları zayıf olan bir fidana geçici olarak, kendisi güçlenip ayakta kalabilecek gücü bulana kadar destek olan bir bahçıvan.
Sanırım insanı bir terapistin vakâsından ayıran şey, onun kökleriyle ilgili. Köklerin ilişkiler olduğunu varsayıyorum. Başta ailemiz, annemiz, babamız, eşimiz, sonrasında kardeşlerimiz, yakın çevremiz ve arkadaşlarımızla olan ilişkilerimiz ruhsal anlamda ne kadar ayakta kalabileceğimizi belirliyor. Zayıfladığımızı anladığımızda ise bir terapistden yardım almaktan kaçınmamak sanırım hayati önem taşıyor.